Spor, çoğu zaman toplumun en saf, en eşitlikçi yüzlerinden biri gibi sunulur. “Yetenek varsa yolunu bulur” sözüyle büyütülen nesiller, başarıyı bireyin çabasına ve azmine indirger. Oysa bu söylemin ardında, sporun hem yapılışında hem de yapabilme ihtimalinde güçlü sınıfsal dinamikler yatar. Herkes futbolu sever belki, ama aynı koşullarda oynamaz. Futbol, bir sevgiden çok bir mecburiyete dönüşür; çünkü toplumun büyük çoğunluğu başka sporları ne izleyebilir ne de yapabilir.
Türkiye’de olduğu gibi, dünyanın birçok yerinde futbolun bu kadar yaygın ve sevilen bir spor olmasının nedeni onun erişilebilirliğidir. Futbol, sokakta oynanabilir; bazen bir top bile gerekmez, iki taş kale olur, bir pet şişe top. Spor salonuna ihtiyaç yoktur, formaya gerek yoktur, antrenör zaten hayaldir. Bu yüzden futbol, geniş kitlelerin ulaşabildiği birkaç spor dalından biridir. Sevgi bu noktada yalnızca kültürel değil, aynı zamanda yapısaldır. Toplum, seçenek sunulmadığı sürece, seçtiğini sandığı şeye bağlanır.
Bu yapısallığın içinde, özellikle bireysel sporlarda sosyoekonomik sınıf belirleyici bir ayrım hattı çizer. Norveç’te yapılan bir çalışmada, yüksek gelirli ailelerden gelen çocukların düzenli spor yapma oranının düşük gelirli çocuklara kıyasla yaklaşık %30 daha fazla olduğu tespit edilmiştir (Andersen & Bakken, 2019). Ancak sorun yalnızca sayısal farklar değil, spor türlerinin sınıflara göre ayrılmasıdır. Tenis, golf, yelken gibi sporlara yalnızca belirli bir sosyoekonomik arka planla erişilebilirken; boks, futbol ya da güreş daha çok alt sınıflarla ilişkilendirilir.
Bourdieu’nün kültürel sermaye kuramında belirttiği gibi, her sınıf yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda bedenini nasıl taşıyacağına dair bir bilgi ve estetik algı da aktarır (Bourdieu, Distinction, 1979). Bu algı, çocukların erken yaşta hangi sporlarla tanışacağı, ailelerin onları hangi sporlara yönlendireceği ya da yönlendirmeyeceği konusunda belirleyici olur. Spor, burada yalnızca bedensel değil, sembolik bir faaliyet haline gelir.
Toplumsal sınıf yalnızca ekonomik olanakları değil, aynı zamanda hangi sporlara “yakışıldığı” düşüncesini de belirler. 1990’ların sonlarında Hülya Avşar’ın rol aldığı bir tuvalet kâğıdı reklamı bu durumu çarpıcı biçimde gözler önüne serer. Reklamda Avşar, kusursuz beyazlar içinde bir tenis kortunda zarif hareketlerle raket sallarken görülür. Kamera açıları, sahne düzeni ve müzik seçimleriyle bir temizlik ürününün reklamı, sınıfsal bir rüyayı satar: temizlik yalnızca hijyen değil, rafinelik, incelik ve seçkinliğin temsilidir. Tenis ise bu estetiğin taşıyıcısıdır.
Avşar’ın o reklamda tenis oynaması rastlantı değildir; reklamın alt metni şudur: “Bu ürünü kullanan kadın da Avşar gibi tenis oynayan, şık, varlıklı bir figür olabilir.” Reklam, bir sporu kullanarak sınıf atlama vaadi sunar. Ancak bu vaadin gerçeklikte bir karşılığı yoktur. O dönemde —ve bugün dahi— tenis kortları, üyelik sistemleriyle işleyen özel kulüplerin sınırları içindedir. Raket, antrenör, turnuva katılımı gibi unsurlar yalnızca ekonomik değil, kültürel olarak da “erişilebilir” değildir.
Bu durum, sporun yalnızca bir beden etkinliği değil, aynı zamanda bir aidiyet gösterisi olduğunun açık kanıtıdır. Aileler çocuklarını hangi sporlara yönlendireceklerine karar verirken sadece fiziksel uygunluk değil, sosyal uyum ve “bizden olması” duygusuyla hareket ederler. Kendilerini ait hissetmedikleri alanlara çocuklarını da sokmak istemezler. Bu, görünmez ama etkili bir sosyal eşiktir. Yani birçok çocuk, bir spor branşına yeteneği olmadığı için değil; ailesi oraya zihnen bile ulaşamadığı için baştan kaybeder.
Olanak eksikliği kadar etkili bir başka unsur da algı eksikliğidir. Yani bir spora maddi olarak erişilebiliyor olmak, o sporu “kendi hayatına ait” görmek anlamına gelmez. Bu noktada devreye, ailelerin ve bireylerin zihninde yer eden sosyal eşikler girer. Bazı sporlar, sadece zenginlere açık olduğu için değil, zihinsel olarak da “bizim dışımızda” görüldüğü için denenmez. Bir işçi ailesi çocuğunun binicilik sporu yapmasını düşünmekle, bir memur ailesinin çocuğuna okçuluk dersi aldırması aynı zihinsel dirençle karşılaşır: “Bizden değil.”
Bu durum, Pierre Bourdieu’nün kültürel sermaye kavramıyla açıklanabilir. Ailelerin çocuklarına aktardığı sermaye yalnızca para değildir; yaşam tarzı, estetik tercihleri, sosyal güven düzeyi ve “kendine layık gördüğü alanlar” da bu aktarımın bir parçasıdır. Spor da bu aktarımın içindedir. Spor yapmak ile sporcu olmak arasındaki fark burada ortaya çıkar: Bir çocuk okul bahçesinde futbol oynayabilir, ama profesyonel bir kulübe gitmek için ailesinin maddi desteğinden çok, sosyal cesaretine de ihtiyaç duyar.
Bu eşikler, çocuklara doğrudan “sen yapamazsın” şeklinde iletilmez. Aksine, hiç konuşulmayan, hiç teklif edilmeyen ve hiç düşünülmeyen tercihler olarak var olurlar. Spor, erken yaşta keşif gerektiren bir alandır. Ama bir şeyin hayalini bile kurmak için önce onun var olduğunu bilmek, sonra da onun senin için mümkün olduğunu hissetmek gerekir. Yoksulluk yalnızca gelir eksikliği değil, çoğu zaman hayal kurma eksikliğidir.
Nitekim sosyoekonomik düşük gruplardan gelen çocukların birçok spor dalıyla tanışması ya çok geç olur ya da hiç gerçekleşmez. Tanışsalar bile, gelişimlerini sürdürebilecekleri destek sistemlerinden yoksundurlar. Çocukların bireysel yeteneklerinden çok, bu yeteneğin içinde gelişeceği iklimin belirleyici olduğu burada ortaya çıkar. Başarı bir çiçekse, o çiçeğin toprağı eşitsiz biçimde dağılmıştır.
Bu noktada yalnızca bireylerin ya da ailelerin sınıfsal sınırlarından değil, kurumsal düzeyde yeniden üretilen eşitsizliklerden de söz etmek gerekir. Devlet politikaları ve spor yöneticiliği, sporu çoğunlukla “ulaşılacak hedefler” ve “kazanılacak madalyalar” üzerinden tanımlar. Katılım sayıları, şampiyonluk istatistikleri, lisanslı sporcu grafikleri gibi metrikler bu anlayışın temelini oluşturur. Ancak bu nicelik odaklı bakış, eşitsizliğin kendisini değil, yalnızca çıktısını ölçer.
Hiçbir spor federasyonu şu soruyu sormaz: “Bu başarıya ulaşamayanlar sistemin neresindeydi?” Çünkü başarısız olan ya da hiç denemeyen, istatistiklerde yer almaz. Oysa sistemin dışına hiç giremeyen, girebilme ihtimali dahi olmayan on binlerce çocuk, hiçbir zaman veriye dâhil edilmez. Bu görünmezlik, eşitsizliğin sürekliliğini sağlar. Başarılı görülen sistem, aslında sadece katılabilenlerin içinden seçen bir düzendir.
Buna “kümülatif başarı” diyebiliriz. Ekonomik ve kültürel sermayeye sahip çocuklar, küçük yaşlardan itibaren doğru kulüplere, doğru antrenörlere, doğru turnuvalara yönlendirilir. Bu yönlendirme, yalnızca bir avantaj değil, zamanla kendi başarısını yeniden doğuran bir yapı haline gelir. Kümülatif birikim, sadece sporcunun kaslarında değil, sistemin yapısında birikir. Öte yanda ise hiç başlayamayanlar, spor hayatlarının dışında bırakılırken aynı zamanda “yetersiz” olarak etiketlenir.
Bu durum, sosyal adaleti merkeze almayan bir spor politikasının sonuçlarından biridir. Nitekim UNESCO’nun 2022’de yayınladığı “Inclusive and Equitable Sport” raporu, niceliksel başarıyı esas alan politikaların dezavantajlı grupların dışlanmasını hızlandırdığını vurgular. Başarılı olanın değil, başlaması mümkün kılınan çocuğun desteklendiği bir sistem, gerçek bir eşitlik vizyonu doğurabilir.
Bu sistemsel eşitsizlik, çocukların erken yaşta spora yönlendirilme biçimlerinde açıkça görünür hale gelir. Spor yalnızca yetenekle ilgili değil, aynı zamanda doğru zamanda, doğru kaynakla buluşma meselesidir. Ancak bu buluşma, çoğu çocuk için hiçbir zaman gerçekleşmez.
Kimi çocuk 6 yaşında bireysel antrenmanla tanışırken, kimi çocuk beden eğitimi dersinde bile sıraya girmeye alışır. Bu fark, yalnızca bugünü değil, geleceği biçimlendirir.
Erken yaşta yapılan yönlendirme, spora dair bir özgüven ve kimlik inşası başlatır. Bu yönlendirmeyi alabilen çocuklar için spor, hayatın doğal bir parçası haline gelir. Diğer yandan, spora geç başlayan ya da hiç başlayamayan çocuklar, bir noktadan sonra bu alanın “kendilerine ait olmadığı”na ikna olur. Burada sorun yalnızca geç kalmak değil, sistemin geç kalanlara asla telafi fırsatı tanımamasıdır. Spor, telafiye kapalı bir disiplindir; geç kalan her zaman geride kalır.
Dahası, bu yönlendirmeler çocukların toplumsal sınıflarına göre biçimlenir. Ekonomik olarak güçlü aileler çocuklarını sistematik biçimde bireysel sporlara yönlendirirken, daha düşük gelirli aileler çocuklarının “bedensel enerjilerini atacakları” bir alan olarak spor kulüplerine başvururlar. Biri bir kariyer inşa ederken, diğeri bir oyalanma biçimi bulur. Bu ayrım, çocuğun sporla olan ilişkisinin yapısını belirler: biri aidiyet, diğeri uzaklık üretir.
Bu nedenle, sportif başarıyı yalnızca bireysel yetenekle açıklamak yetersiz kalır. Gerçek başarı, çoğu zaman çocuk daha yeteneğinin farkında bile değilken başlar — onu destekleyen bir aile, erişilebilir bir tesis, görünür bir rol model ve başlamasına izin veren bir toplumsal atmosfer sayesinde.
Tüm bu tablo, sporu eşitlikçi bir alan olarak görme romantizmini sarsmakla kalmaz, aynı zamanda kimin neden başarılı olduğuna dair hâkim anlatıları da sorgular. Başarı; çok çalışmak, azimli olmak ya da “doğuştan yetenekli” olmak gibi bireysel hikâyelerle açıklanırken, gerçekte bu hikâyelerin hangisinin başlama şansı bulduğu göz ardı edilir. Çünkü sporda olduğu kadar hayatta da, en belirleyici unsur başlama hakkıdır.
Bu hakkın eşit dağıtılmadığı bir düzende, başarı istisna olur. Ve her istisna, sistemi aklamaya yarayan bir örnek olarak kullanılır. Bu örnekler çoğaldıkça, eşitsizlik değil, “herkesin şansı varmış gibi” bir yanılsama güçlenir. Oysa bu yanılsama, bireyin yükünü artırırken sistemin sorumluluğunu hafifletir. Suçlu birey olur: yeterince çalışmamıştır, potansiyelini boşa harcamıştır. Sistem, kendini aklar.
Spor politikalarının, bu yanılsamayı kıracak biçimde yeniden yapılandırılması gerekir. Her çocuk için temel hedef, yetenekli olup olmadığına bakılmaksızın, spora başlayabilmesini mümkün kılmak olmalıdır. Fırsat eşitliği yalnızca girişimle değil, altyapıyla da ilgilidir. Spor salonlarının hangi mahallelerde olduğundan, antrenörlerin nasıl seçildiğine; okul beden eğitimi derslerinin niteliğinden, medyada hangi sporların ne sıklıkla temsil edildiğine kadar uzanan bir yapı yeniden düşünülmelidir.
Bu noktada mesele artık yalnızca spor değildir; sınıf, kültür, görünürlük ve sosyal adaletin kesişiminde duran daha büyük bir tartışmadır bu. Çünkü herkes futbolu sever. Belki çünkü sadece futbol kalır geriye, seçme şansı olmayanlar için. Oysa gerçek eşitlik, sevilenin değil, seçilebilenin çeşitliliğiyle başlar.