Nukleus

Blog / Modern Dünya’da Supra-Âdem OlmakRapor Başlığı

Modern Dünya’da Supra-Âdem OlmakRapor Başlığı

Modern Dünya’da Supra-Âdem Olmak

Orta Çağ’da Hristiyanlığın kilise merkezli yaşadığı kriz, Avrupa’da hümanizm, Rönesans ve Reform hareketlerini tetikledi ve ‘Aydınlanma’ olarak ifade edilen dönemi başlattı. Bu gelişme, gelenekselleşme (anti- traditionnel) karşıtı olarak ‘salt bilgi’yi (duyular aracılığıyla ve sadece materyalist olgularla) arkasına alıp insanı ‘biricik’ addederek ‘yeryüzünün hâkimi’ kılma çabasına girdi. İşte bu girişimin, çağdaş bunalımı da başlattığı söylenebilir. 

Biricik addedilen varlığa ‘insan’ demekten hazzetmeyen ve onu sadece ‘birey’ olarak görüp adlandıran hümanizm anlayışı, bireylerin sadece maddi yönünü/ihtiyaçlarını esas alarak ve bunu ‘ilericilik’ olarak adlandırarak bu yeni süreci başlatmıştır. 

İnsanın, eylemlerini gerçekleştirmede hiçbir ilke, ahlaki ideal, duygudaşlık, olmadan, ‘haz ve tüketim’ alışkanlığının esas alındığı bu anlayış Kali-Yuğa adı verilen bu çağda bugün de belirleyici olmaya devam etmektedir. 

Bu çalışmada, yaşanan gelişimler sonucunda oluş(turul)an birey tanımı ve geleneksel (Doğu uygarlığında) insan tanımı arasında bazı farklılıkları ayrıştırmaya/ortaya koymaya çalışacağız. Gerçek insan tanımının ne olduğunu anlamak için doğru yaklaşımlar, tanımlamalar ve adlandırmalarla konuyu ele alma çabasında olacağız. Bunun için ‘beşer’, ‘âdem’ ve ‘insan’ kavramları üzerinden bir temellendirme yoluna gideceğiz. 

Her ne kadar sözü edilen kelimeler, anlam bakımından birbirinin yerini tutuyor gibi görünse de; Kur’an’daki kullanımları dikkate alındığında bir ve aynı şeyler olmadıkları aralarında önemli nüansların olduğu anlaşılmaktadır.

  1. Beşer/Beşeriyet 

“İnsan, mahlûk, insan bedeni, insan derisinin dış tabakası” gibi anlamlara gelen “beşer” kavramı, erkek ve dişiyi kapsayacak şekilde insan olgusunu konu edinmektedir. Kur’an’da otuz yedi yerde geçmektedir. Beşer sözcüğünün geçtiği her ayette, insanın, fiziki yapısı itibariyle vurgulanan zahiri yönüne ve şekilsel özellik açısından diğer varlıklar içerisindeki farklılığına işaret edilmiştir.

Hani Rabbin meleklere (şöyle) demişti: Ben, kuru öz çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir adam yaratacağım.” (İnsanın maddesi çamurdan, manası İlahi ruhtandır.) (Hicr, 28)Aslı itibariyle insan sureti, su, toprak, şekli-şemail, kemik, derinin en dış kısmı (epiderm), anlamını verir bize. Anatominin ve fizyolojinin ayrıntılarıyla sınırlıdır.

“Sudan insanı yaratan, (onun neslinin devamını) nesep ve hısım olarak kılan O’dur. Şüphesiz O Rabbinin gücü her şeye yetendir.” (Furkân, 54)  

Beşer kelimesinin Kur’an’daki bağlamları değerlendirildiğinde şöyle bir sonuca varılabilir: İnsan topraktan ve toprağın hayat bulmasına vesile olan sudan yaratılmıştır. Bu gerçeklik, onun beşer olduğunun delilidir. Beşer olması yönüyle insan ölümlüdür. Hiçbir beşer bu kuraldan istisna edilmiş değildir. İnsan, beden yapısı ve dış görünüşü itibariyle müstakil bir tür olup beşer bu varlığın genel adıdır.

Beşer, toprak ve sudan yaratıldıktan sonra yeryüzüne dağılmış ve çoğalmıştır. O toprağa bağlı yaşamaktadır. Allah evreni onun hizmetine sunmuş, kendisine pek çok nimet vermiştir. Kendisine hitap etmekle onu şereflendirmiştir.                         

Sn. Teoman Duralı’nın dediği gibi, insan dünyaya geldiğinde ‘beşeriyet’ olarak adlandırılan ham bir varlık olarak yaratılır. Beşeriyet ‘insanın’ tüm ahval-i tabîîyesine karşılık gelir. Yani acıktığında yemek yiyen, yorulduğunda dinlenip uyumayı hissetmesindeki doğal durumun ta kendisidir. İnsanın yeryüzündeki fiziki izdüşümüdür. Bu haliyle daha çok anlık, içgüdüsel davranan ve ilkel öğrenme, manevi düşünme, anlama, anlamlandırma, ahlaki potansiyelleri taşıyan ama tam anlamıyla geliştirmeye açık olduğu olgunlaşmadığı bir süreci tanımlar. Sonuç olarak beşer; vahiyle, hikmetle, ‘hikmet’in bilgisiyle tanışmamıştır. 

  1. Âdem/Âdemiyet 

Âdem Arapçada iç yüzey, iç katman, “edim’’ kelimesinden gelmektedir. Dış görünüş değil, iç görünüşünde olmaya başladığı mertebedir. Kur’an-ı Kerim’de insanoğlunun yaratılışından “ruh”un üfürülüşüne kadarki ismi için “beşer” kelimesi kullanılırken, “ruh”un üfürülmesinden sonraki ve “isimler”in öğretilmesi sırasındaki ismi için âdem/Benî Âdem kelimesi kullanılmıştır. İnsanın dış görünümünün ve biyolojik yönünün ifade edilmek istendiği yerlerde özellikle beşer kelimesi kullanılırken, maddi ve manevi açıdan yetkinliğini ifade etmek için Âdem/Benî Âdem kelimesi kullanılmıştır. İnsanın bu yetkin hali bir nevi kâmil halidir. Meleklere secde emri verilirken “beşer” kelimesi değil “Âdem” kelimesi kullanılmıştır. Bundan da meleklerin “beşer”e değil “Âdem”e secde ettiği anlaşılmaktadır.

“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin’ demişti.” mealindeki ayet, insanoğlunun ruh üflenmeden ve şekil verilmeden önce “beşer”, “Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı.” (Secde, 9)  ve “Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ dedik.” (A’râf, 11) mealindeki ayetler ise şekil verilip ruh üfürüldükten sonra Âdem olduğuna işaret etmektedir.

Kur’an’daki bu anlatımdan hareketle ilahi mesajın muhatabının beşerden ziyade âdemoğlu olduğunu söyleyebiliriz. Beşer kelimesi, Kur’an’ın hiçbir yerinde “yâ eyyuhe’l-beşer…” şeklinde hitap cümlesiyle kullanılmadığı halde Benî Âdem kelimesi iki yer dışında tamamen “yâ Benî Âdeme…” şeklinde hitap cümlesiyle kullanılmıştır. Bundan dolayıdır ki şeytanın düşmanlığı “beşer” kelimesiyle değil, “Benî Âdem” kavramıyla ilişkilendirilmiştir. Bu açıklamalardan, Âdem/Âdemoğlu’nun, beşeriyet hayatının tam manasıyla mükellefiyet merhalesi olduğu ve buna bağlı olarak da ilahi mesajın muhatabı olduğu sonucu çıkarılabilir. Kur’an’da ifade edilen halifeliğin de Âdem’e yüklenen misyonun ifadesi olduğu söylenebilir.

Dolayısıyla Âdemiyet, ‘insanın’ beşeri unsurları yanı sıra onun iç dünyasına, manevi eğilimlerinin tanımlı ve seçme hakkının bulunduğu dönemi ifade eder denilebilir. Sadece fiziki yapısı yanı sıra iç dünyasına ve katkıda bulunabileceği bir takım Âdem-Âdem, Âdem-çevre, Âdem-doğa, Âdem-yaratıcıyla iletişime geçmeye başladığı ilk adım olarak tanımlanabilir. 

Kur’an’da halifelik kavramının da Âdem’e yüklenen misyonun ve onun dünyadaki konumunun ifadesi olarak karşımıza çıktığı görülmektedir. Öyle ki, çamurdan/balçıktan yaratılan beşer, “Allah, Âdem’i seçti.” (Ali İmran, 33) ve “Allah, Âdem’e isimlerin tamamını öğretti.” (Bakara, 31) ayetlerinde belirtildiği üzere seçilerek ve isimler öğretilerek Âdem olmuş ve bu haliyle halife tayin edilmiştir. Dolayısıyla halife, bir nevi “beşer” olarak yaratılan insanın seçilmek ve isimler öğretilmek suretiyle vasıflı hale getirilmesi, yani sorumluluk yüklenmesi demektir, diyebiliriz.

Bu çerçevede Sn. Mehmet Görmez de Kur’an-ı Kerim’e göre beşerin insana yükselişini şu beş başlık üzerinden açıklamıştır.

1. İlahi Değer; Allah, Âdem’i değerli kıldığını şu ayetle bize göstermektedir; “Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları) ile karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.”  (İsrâ, 70) 

Allah, canlı ve cansız bütün kâinatı; güneşi, ayı, atmosferi, toprağı, suyu, madenleri, kuşları, balıkları, koyunları, inekleri, meyveleri ve zerrelere kadar bütün varlıkları insana hizmet ettirmektedir. Allah nihayetsiz rahmeti ile insanı değerli kılmıştır. 

“O Allah ki, içinde gemiler O’nun koyduğu kanunlara göre akıp gitsin ve siz de O’nun lütfundan nasibinizi arayasınız diye denizleri sizin hizmetinize verdi. Umulur ki şükredersiniz. Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi. Bütün bunlarda düşünen bir toplum için elbette nice dersler ve ibretler vardır.” (Câsiye, 12-13) 

2. İlahi Nefha; “Onun şeklini tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın.” (Hicr, 29) 

İlk insanın biyolojik gelişimini tamamlayıp ruh-beden birliğini sağlayarak bu suretle adına “insan” denilen en gelişmiş canlı türünü yarattığı anlaşılıyor. Cenâb-ı Hakk’ın, “rûhumdan” buyurarak insan ruhunu kendi zatına izafe etmesi, insanın esas şeref, kerem ve üstünlüğünün bedenî cihetinden değil, ilâhî nefha olan ruhî cihetinden geldiğini gösterir.

3. Temyiz Kabiliyeti; bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak, seçmektir. İyiyi kötüden ayırma kabiliyetine erişmesidir. “Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş; sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır.” (Secde, 9) 

Âdem’e duyduklarını anlama, gördüklerinden sonuç çıkarabilme ve idrak kabiliyeti gibi sorumluluk gerektiren işlere hazır olduğunun habercisi olduğu görülüyor.

4. İlim-Hikmet-Marifet; Allah, Âdem’e her şeyin ismini öğretti. Sonra onları meleklere sunup: “Dedikleriniz doğruysa, haydi bu şeylerin isimlerini bana söyleyin bakalım” dedi. (Bakara, 31) 

İnsanın dil, kültür, diğer varlıklarla iletişim ve öğrenmeye başladığı döneme işaret ediyor.

5. Hilafet; Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım demişti.”(Bakara, 30)

Allah’ın yeryüzündeesmasının tecelli etmesi ifade ediliyor. 

(Âdem’in Yaratılışı, Michelangelo, Sistine Şapeli)

                                (Âdem’in Yaratılışı, Michelangelo, Sistine Şapeli)

  1. İnsan/İnsaniyet 

Genel manada insan kelimesi, akıl ve şuur sahibi; konuşabilen ve bu vasıflarıyla en üstün canlı, adam, eşrefi mahlûkat; canlıların en gelişmiş olanı; akıl taşıyan, düşünen ve konuşarak anlaşan canlı; insanı insan yapan, insana yaraşır niteliklere sahip, vicdanlı kimse anlamlarında kullanılmıştır.

İnsan sadece kendi temel ihtiyaç, kabiliyet ve arzuları doğrultusunda hareket ederek kendini tamamlamış olamaz. Bu yeteneklerini ve kazançlarını kendisi başta olmak üzere çevresi ve toplum yararına kullanabilme bilincine sahip kimsedir. İnsan ahlak, etik, toplumsal problemlere kulak vererek hareket etmeyi bilen dışrak bir taşma tutumu içinde olmalıdır. İnsan, kendisi ile beraber toplumu dönüştüren ve geliştiren dinamik bir unsur haline gelendir.Adem’in, insanlığa geçmesi için bir de Havva gereklidir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah indindeki sorumlu varlık için genel olarak beşer kelimesi değil, insan kelimesi kullanılmıştır.

Beşer ve insan kelimeleri arasında kıyaslama yapan Şemseddin Sami (ö. 1904) beşeriyetin, insanın yaratılış hâliyle taşıdığı özelliklere işaret ettiğini söyler ve beşeriyet ile insaniyet arasındaki farkı şöyle açıklar:

“Beşeriyet, insanın yaratılış yönündeki durumlarını ifade eder. İnsaniyet ise fazilet ve ruhsal durumlara ait bir kelimedir. Unutmak, korkmak, sevmek, iştah, şehvet vb. haller beşeriyete ait niteliklerdir. Kerem, (cömertlik, iyilik) sözünde durma, kanaatkârlık gibi haller ise insaniyet ile ilgilidir. Dolayısıyla insaniyet ahlâk ile ilgili bir durumdur.”

İnsaniyet kavramının emanet, ahsen-i takvim, ünsiyet, ahlak kavramları ile ilişkisi bulunmaktadır.

  1. Emanet: “Şüphe yok ki biz arz ettik emaneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara, derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular ve onu yükledik insana; şüphe yok ki çok zalim oldu, çok bilgisiz bir hale geldi.” (Ahzâb, 72)

Dağların bile yüklenmekten çekindiği bu emaneti ‘insan’ taşımıştır. Bu emanet ilim, iman, insanlar, doğa üzerindeki her şeyi korumak ve mesuliyetini üzerine almaktır. 

  1. Ahsen-i Takvim: Kur’an-ı Kerim’de sadece Tin süresinde ifade edilmektedir: “(Ki kesinlikle) Biz, insanı (en mükemmel olmaya müsait kabiliyetlerle donattık ve) en güzel biçimde yarattık. (Ahseni takvim içinde cennetlerde ve yüksek mevkilerde ebedi yaşamaya müsait vaziyette varlığa çıkardık.)” 

Buradaki güzellik sadece görünen ve şekilsel güzellik değildir. Ahlaki tekabül, değerli varlık, yaratıcının gücünü ve yarattıklarını en iyi şekilde anlayabilecek  “kâmil insan mertebesi’’ kastedilmektedir.

  1. Ünsiyet: “Sen yeryüzünde olanların tümünü onlar için harcasan da, onların kalplerini ısındıramazsın. Fakat Allah onların kalplerini ısındırdı. Muhakkak ki O, çok güçlü olan ve her şeyin hükmünü verendir.” (Enfâl, 63) 

İnsan kelimesi, “yakınlaşma, kaynaşma’’ anlamına gelen ins ve üns köklerinden gelir. İnsan, hem cinsleriyle yakınlaşan, kaynaşan ve sosyalleşen bir varlıktır. İnsan yaratılış itibariyle karşılıklı ünsiyete muhtaçtır.

  1. Ahlak: Ahlak, “insanın iyi veya kötü olarak değerlendirilip vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışların bütünü”dür. 

Ahlâk olmadan insan olmak yetersiz kalacaktır.

Hayır ve şer, iyi ve kötü, doğru ve yanlış arasındaki farklar bildirilmiştir. Bilinçli bir varlık olarak insan, seçme yeteneğine sahiptir. 

Modernizmde Âdem-i Merkezkaç Olmak!

Avrupa’da gerçekleşen ve çevresini de etkileyen Rönesans, Reform hareketleri ve Sanayi İnkılabı’nın getirmiş olduğu baş döndürücü birkaç yüzyılı geride bıraktık. Artık hâlihazırda yeni bir dünyada yaşamaktayız.

 Esprit ve matiêre (ruh ve madde) makasının açılması, kutsalı, dinleri, Tanrı’yı sorgulatır hale getirdi. Maddi yaklaşımların etkisini artırması hazcı, sorumsuz yaklaşımları artırdı. Yeni mekanik buluşlar, sentezlenen ve durmadan genişleyen bilgi (bugün de y ekseninde doğrusal ve sonsuz doğrultuda artmaktadır) yetişme arzusunda olduğumuz ileri teknolojiler (yapay zekâ, nanoteknoloji, nano tıp, biyoteknoloji, klonlama, sanal gerçeklik, siborg, ölümsüzlük) insanoğluna “kimim ben?”, “ne için ve neden varım?”, “neden ben?” gibi sorularını sordurmuyor. İnsanın varoluş gayesini, yaratılış hikmetlerini hatırlatmıyor. Daha çok çıkmaz düşüncelere, geri dönüşü olmayan bir hayata doğru sürüklüyor. 

Teknolojinin gelişimi ve yaygınlaşması, insandan topluma, adaletten sağlığa, kutsal öğretilerden psikolojiye, ekonomiden dine kadar birçok alanda düzensizlik ve bunalımı da beraberinde getirdi. 

Bireysel olma-yaşama durumu bir hüner, bir keşifmiş gibi sunuldu ve en büyük kazanım gibi gösterildi. Zamanla insan başka insanlarla, tabiatla, çevresiyle, hatta kendisiyle arasına mesafe koyarak saldırgan ve sadece tüketen bir varlık haline dönüştü. Bu devinim, insanı yeryüzünde daha çok tüketen, tükettikçe kendisinden (öteki anlamlılardan) uzaklaşan, uzaklaştıkça tekrardan başa saran bir kısır döngüde kendisini bulmaya başladı. Bireycilik (individualism) adına haz odaklı çözümler, madde üzerinde her türlü kullanım hakkını kendilerine layık görenler yaygınlaştıkça kalıcı, paylaşımcı, ortak eylemler, değerler manzumesi, başkasının hakkını gözeten her şey gittikçe azalıyor yeryüzünde. Akıllı aygıtlara kendisini teslim etmiş, sosyal medya, sanal dünyalarda kendisine yer buldukça gökyüzüne sırt çevirmekten kendisini alıkoyamıyor insan. Artık birey insan, konformizmin esiri olmuş durumda. Bunalıyor, düştüğü girdaptan çıkamıyor, başka yol olabileceğine bile ihtimal veremiyor. 

Henüz duyarlılıklarını yitirmemiş olanlar olarak hem kendimiz hem insanlar için yeni bir söylem, yeni bir çıkış yolu arıyoruz. Bu, yeni bir dünya ile değil; insanların kendi dünyalarına açılan kapıları genişletmesinden geçiyor. Geçmişten, atalarından veya bir önceki nesilden bir şeyler alamayanlar tamamlanmış olamazlar. 

Maddi aklın sadece bir araç olduğu hatırda tutulmalıdır. Yeryüzünde sadece kendilerinin izdüşümlerinin olmadığını, eylemlerinin sadece kendilerini etkilemediğini, farklı izdüşümlerin, farklı insanların, birikimlerin, düşüncelerin, karakterlerin, varlıkların olduğunu bilip iletişim halinde olunmalıdır. İnsan, doğayla, çevresiyle, diğer insanlarla, yeryüzü ve gökyüzü arasındaki hayat çeşitliliğini, çok yönlü disiplinleri tekrardan kazanmak zorunda. 

Bireyselliğin en temel başlangıç noktası Descartes’in, “Cogito, ergo sum” “Düşünüyorum öyleyse varım” felsefesidir. Sadece düşünmenin var olmaya yetmesi makineleşme ile beraber insanlara var etme gücünün verdirdiğini (tanrı olma hissi ve gerçek tanrıya gerek kalmadığını) düşündürdü, uzun süren bu yanılsama devam etmekte. Oysaki Descartes iki büyük nöro bilimsel hata yapmaktaydı. 

(Yapay zekâ ile oluşturulmuştur. Günümüz ve geçmiş ‘insan’ yapısının humanoid bir tasvirle gösterilmeye çalışılmıştır.)

  1. İnsan sadece düşünen bir varlık değildir aynı zamanda hisseden (beş duyu, duygu, algılama, ruhsal halleri olan) bir varlıktır. Düşünmenin yanı sıra hissetmenin de varlığını ve önemini Abdülkadir Geylani şu şekilde ifade eder: “İnsanın gerçek varlığı, sadece fiziksel bedenden ibaret değildir. Asıl varlık, kalpte, ruhta ve Allah ile olan manevi bağda aranmalıdır.” 

Hissetmek, bu manevi varoluşu idrak etmenin bir yolu olarak karşımıza çıkar. Sadece düşünmek insan olmak için her zaman iyi ve yeterlilik göstergesi olmaz. Mesela Adolf Hitler yaşadığı zamanda yüksek zekâ kapasitesine sahip birisi olarak nitelendirilip, askeri deha olarak görülüyordu. Kitleleri manipüle etme ve duygusal olarak etkileme konusundaki eşsiz hitabet yeteneğine sahipti. Propaganda ve algı yönetimi dehası, askeri strateji bilgisi, detay odaklılığı ve güçlü hafıza yeteneklerinin onu getirdiği nokta;  6 milyon insanı gaz odaları ve imha kamplarında, toplu kurşuna dizme, işkence gibi çeşitli yollarla öldürmek olmuştur. Yaşadığımız zaman diliminde yeni Hitlerler eskilere rahmet okutmaktadır. Sadece kendi menfaat ve arzularını düşünen birileri nasıl olur da insanlık için böyle kararlar alabilir!

  1. Descartes’in kurgusundaki bir diğer yanılgısı ise düşünmenin sadece insanlara özel bir bilişsel yetenek olduğunu düşünmesidir. Oysaki primatlar (maymunlar, şempanzeler, goriller), yunuslar ve balinalar (deniz memelileri), hatta fillerin çok büyük beyinleri ve uzun ömürleri, karmaşık bilişsel yeteneklere sahip oldukları bilinmektedir, Kuşlar (özellikle kargalar, papağanlar), ahtapotlar diye başlıca bir sıralama da yapabiliriz. Bu hayvanların da bilişsel, öğrenme, problem çözme, zekâ düzeyi beceri düzeyleri elbette ki birbirinden farklı olsa da düşünmenin sadece insanlara özgü bir olgu olmadığını göstermektedir. 

Sadece düşünme ve salt bilgiyi kullanmanın büyüsüyle yapılan keşifler, buluşlar, teknolojik gelişmeler insanın kendisini yeryüzünün tek hakimi ve sahibi gibi görme yanılgısına düşürdü. Aşırı ve seçici olmayan bilgi/veri hakikatin üstüne örtmektedir. Böylelikle insan olmanın yolunun ‘tek kişi’ olmaktan geçtiği şeklinde bir tutum ve anlayış ortaya çıktı. Alabildiğine maddeyi kullanıp tanrı-insan, supra-humonoid, reenkarnasyon meseleleriyle dünyevileşmeyi birey için dünyada optimal insan kavramı oluşturmaya çalışılıyor.Bu, üstün olma ve hükmetme ‘düşüncesi’ bireyselliğin önünü açan, tekilliğin gücünü meşrulaştıran, ‘bir kimse için hiç kimse manifestosu ‘ (sadece bireyin kazancı üstün tutuldu), dostsuz, ailesiz, paylaşımdan uzak, bazen tanrısız, inançsız ve değer manzumelerine ihtiyaç olmadan davranışı yaygınlaştırdı. Kısacası hayat içerisinde, gerçekleşen olaylar karşısında geleneksel karakterden uzaklaşıldı. Değişen “ortam ve şartlara’’ göre şekillenen, geçmişle bağlantı kuramadan yarına yer ayırmadan her gün yeni bir kişilik mahfazasıyla, anlık ve tüketimsel çözümlerle kısa süreli bellek görevi gören anılar oluşturulur oldu. Batı felsefesi, insan insanın kurdudur demek zorunluluğuna tabi oldu.

Bizim için insan nedir? Ne olmalıdır?

Modern dünyada hümanizm, transhümanizm, post-hümanizm, bireysellikten sıyrılmanın yolu; fıtratımız gereği “düşünce ve ruhsal’’ yapı içerisinde denge kurmaktır. 

Bilginin veya eşyanın hakikatinin olmadığını, nesneyi yaradanın bir hikmeti olduğunun farkına varılmalıdır. Ahlaki değer hafızası içerisinde sadece menfaatleri ön planda tutmadan Descartes’in, “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözüne bir karşı çıkış ve İslam düşüncesi bağlamında ahlakın varoluş için temel bir unsur olduğunu vurgulayan bir motto olma gayesi taşıyan “Ahlak Sorunsalı: Batı Modernitesinin Ahlaki Eleştirisine Bir Katkı” adlı eserde Taha Abdurrahman’ın dediği gibi “Ahlaklıyım, öyleyse varım’’ düşüncesini hayata geçirilmelidir.

Doğu felsefesinde insan, yeryüzünün bebeğidir. İnsan, Allah’ın muhatabıdır. Akl-ı Meaş’dan daha fazlası gerekir. Akl-ı Maad’a daha çok önem verilmelidir.(ruhani gelişime ve ilahi hakikatleri kavramaya yönelik akıl yürütme yeteneğine sahip olunmalıdır)

           Fuzili’nin özce nispetindeki sözü hatırlatmaya kaydadeğerdir. “Hikmet-i dünya mâ fîhâ ile ârif değil / Ârif oldur bilmeye dünya mâ fîhâ ne”                       Yani,”Dünyanın ve içindekilerin (maddi ve geçici olan her şeyin) bilgeliğiyle (uğraşan) kişi gerçek arif değildir. Gerçek arif, dünyanın ve içindekilerin( değerini, gerçekliğini) bilmeyendir.” Görünenin ötesine işaret edilmektedir.

Benim ise en az bunlar  kadar kuşatıcı ve birleştirici bir fikrim var. İnsan ki kendisi için düşündüğü, kendisi için almayı/olmayı hayal ettiği, kazanmak istediği, elde ettiği bir takım makam, mevki-yükselişleri, arzuları bir başka kimse için düşünüp, arzulayıp, hayal edebiliyor, onlar için de olmasını isteyebilmesidir. Bu kazançları kendisininmiş gibi başkasıda elde ettiğinde sevinen kişi gerçek bir kişi olduğuna inanıyorum. Bu paydaşta buluşmak dileğiyle.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Looking for the latest issue?
Subscribe.

I’m sharing exactly what’s going on with the basement design project
right now and what’s happening next.

Related Posts

Türkiye’de Okumanın Önemi Nedir?
2- O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. 3-5. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren rabbin sonsuz kerem sahibidir. Okumaktan kasıt yan
Su Çubukla Bulunur Mu?
TARİHÇESİ VE KÜLTÜREL KÖKLERİ Çubukla su arama (dowsing), insanlık tarihinin çok eski dönemlerine dayanan ve birçok farklı kültürde karşımıza çıkan bir uygulamadır. Bu yöntemin
HERKES FUTBOL SEVER 
Spor, çoğu zaman toplumun en saf, en eşitlikçi yüzlerinden biri gibi sunulur. “Yetenek varsa yolunu bulur” sözüyle büyütülen nesiller, başarıyı bireyin çabasına ve azmine
Previous
Next
Join our newsletter and get the latest news and articles sent straight to your inbox weekly.
Subscribe