Nukleus

Blog /  Yeni bir arayış “Merkeziyetsizleşme”

 Yeni bir arayış “Merkeziyetsizleşme”

İnsanoğlunun diğer canlılardan farklı olarak başarabildiği en dikkat çekici şeylerden biri, kolektif bilinç ve işbirliği yoluyla, birey olarak ulaşamayacağı soyut ve somut faydalar üretebilen karmaşık sistemler kurabilmesidir. Birey, tek başına ne bir devlet kurabilir, ne bir pazar inşa edebilir, ne de bir dijital ağı sürdürebilir; ancak diğer bireylerle ortak inançlar, kurallar ve beklentiler etrafında birleştiğinde, zamanla kendisinden daha büyük yapılar ortaya çıkarmayı başarır. Bu durum, tarih boyunca toplumların merkezileşme eğilimlerini beslemiş; güç, bilgi, üretim ve karar alma mekanizmaları belirli merkezlerde toplanmıştır.

İnsan toplulukları, hayatta kalmak için ilk dönemlerde dağınık ve küçük gruplar hâlinde yaşamaktaydı. Avcı-toplayıcı yaşam tarzı, hareketliliği ve doğayla birebir ilişki kurmayı gerektiriyordu. Ancak Tarım Devrimi ile birlikte bu yapı kökten değişti. İnsanlar, belirli alanlara yerleşip üretim yapmaya başladıkça, gıda fazlası oluştu ve bu da nüfus artışını, iş bölümünü ve mülkiyet kavramını doğurdu.

Tarım toplumlarının ortaya çıkışıyla birlikte, kaynakların paylaşımı, iş gücünün organizasyonu ve güvenliğin sağlanması gibi ihtiyaçlar doğdu. Bu ihtiyaçlar doğrultusunda ilk merkezî yapılar (örneğin köy şeflikleri, kabile konseyleri, sonrasında şehir devletleri) gelişmeye başladı. Süreç içinde bu yapılar daha da büyüyerek krallıklar, imparatorluklar ve nihayetinde modern devletlere dönüştü.

Merkezileşmenin ilk dönemlerinde, yönetim büyük ölçüde fiziksel güce ve kutsallık iddialarına dayanıyordu. Hükümdarlar, gücünü ya tanrıdan aldığını öne sürüyor, ya da ordular yoluyla halk üzerinde hâkimiyet kuruyordu. Bu merkezi güce karşı çıkanlar genellikle dışlanıyor, bastırılıyor ya da sistemin dışına atılıyordu.

Sanayi Devrimi ile birlikte merkezileşme başka bir boyuta taşındı. Üretim, kentlere ve fabrikalara yoğunlaştı. Kapitalist ekonomik modelin yükselişi, bireylerin üretim araçlarından kopmasına ve ücretli emek gücüne dönüşmesine neden oldu. Artık insanlar yalnızca yönetimsel anlamda değil, ekonomik olarak da merkeze —fabrikalara, şirketlere, finans merkezlerine— bağımlı hale gelmişti.

Aynı dönemde iletişim araçları da merkezileşti. Matbaanın icadından itibaren bilgi, belirli merkezlerden (gazeteler, devletler, üniversiteler) üretilip topluma aktarılır hâle geldi. Modern eğitim sistemleri, bireyleri bu merkezî yapının gereklerine uygun şekilde şekillendiren araçlar olarak işlev gördü.

20. yüzyılda ise ulus-devletin konsolidasyonu, merkezî bürokrasilerin yaygınlaşması, şehirleşmenin artması ve medya tekelleriyle birlikte merkezî sistemler bireyin hayatının hemen her alanında belirleyici olmaya başladı. İnsanların doğduğu andan itibaren eğitim, sağlık, ekonomi, güvenlik, kültür gibi pek çok alanda büyük ve hiyerarşik yapılara bağımlı kalması norm haline geldi.

Bu tarihsel süreç boyunca merkezileşme; verimlilik, ölçek ekonomisi, düzen ve koordinasyon gibi açılardan önemli avantajlar sağladı. Ancak aynı zamanda, bireyin karar alma süreçlerinden dışlanması, bağımlılık ilişkilerinin artması, güç yoğunlaşması ve sistemlerin tekil hatalara karşı kırılgan hale gelmesi gibi ciddi sorunlar da beraberinde geldi.

Peki merkezileşme insana ne kattı, ne aldı? Kuşkusuz, insanlık merkezi yapılar sayesinde tarih boyunca büyük atılımlar gerçekleştirdi. Toplumlar, dağınık ve parça parça yaşayan küçük gruplardan çıkarak, ortak hedefler doğrultusunda organize olmayı başardı. Bu organizasyon kabiliyeti; yollar, barajlar, şehirler, iletişim ağları ve küresel ticaret gibi büyük ölçekli yapıları mümkün kıldı. Merkezî sistemler sayesinde bilgi belli bir düzen içinde aktarılabildi, hukuk kuralları genelleşti, eğitim standartlaştı, sağlık sistemleri kitlesel fayda sağlayacak biçimde kurulabildi. Modern insanın konfor, güvenlik ve süreklilik gibi ihtiyaçları büyük ölçüde bu sistemler tarafından karşılandı.

Ancak bu kazanımların bedeli de azımsanacak gibi değildi. Merkezî sistemler, bireyin karar alma süreçlerinden uzaklaşmasına, bilgi ve kaynak üretiminden kopmasına ve kendine yabancılaşmasına neden oldu. İnsanın doğayla ve kendi becerileriyle kurduğu doğrudan ilişki, yerini aracılarla kurulan dolaylı ve bağımlı ilişkilere bıraktı. Giderek artan uzmanlaşma, bireyin bütüncül bilgiye sahip olmasını engelledi; her birey sistemin küçük bir dişlisi haline geldi. Bilgi üretimi ve yayılımı belirli merkezlerin tekelinde kaldıkça, hakikatin ne olduğuna dair tanımlar da bu güç odaklarının eline geçti. Bu durum yalnızca teknik değil, aynı zamanda ahlaki ve kültürel bir sorun haline geldi.

Dahası, merkezî yapılar ne kadar büyürse, birey üzerindeki etkileri o kadar soyut ve kapsayıcı hale geldi. İnsan, yaşadığı hayatın nasıl kurulduğunu, aldığı hizmetlerin hangi süreçlerden geçtiğini, karşılaştığı sorunların nereden kaynaklandığını giderek daha az bilmeye ve hatta sorgulamamaya başladı. Böylece merkezileşme, insana bir yandan konfor, düzen ve güvenlik sunarken, öte yandan onu hem doğayla hem de kendi üretkenliğiyle kurduğu ilişkiden uzaklaştırdı. İnsan, kendi hayatının öznesi olmaktan çıkıp, sistemin içinde konumlandırılmış bir nesneye dönüşme riskiyle karşı karşıya kaldı.

Ancak bugün, dijitalleşmenin hız kazanması, bilgiye erişimin demokratikleşmesi ve bireyin teknolojiyle donanması, bu merkezi yapıların sorgulanmasına yol açmaktadır. Enerji, bilgi, ekonomi, hatta yönetişim gibi temel alanlarda merkeziyetsizlik artık bir ütopya değil; uygulanabilir bir model olarak ciddi şekilde tartışılmaktadır. Bu yeni arayış, yalnızca teknik bir dönüşüm değil, aynı zamanda insan doğasına ve özgürlüğe dair daha derin bir sorgulamanın da işaretidir.

Dijitalleşme, sadece bilgiye erişimi kolaylaştırmakla kalmadı; bireyin kendi yaşamı üzerindeki hâkimiyetini artırabileceği çok katmanlı araçlar sundu. Bu araçlar, özellikle son birkaç on yılda hızla gelişen iletişim teknolojileriyle birlikte bireyi yeniden özneleşmeye, kendi kararlarını alma, üretme ve organize olma becerisine sahip bir aktör haline getirmeye başladı. Bu dönüşüm, merkezi sistemlere olan bağımlılığı sorgulatan ve alternatif yaşam, üretim ve örgütlenme biçimlerini mümkün kılan güçlü bir zemine dönüştü.

Bu gelişmelerin en dikkat çekici olanlarından biri olan blokzincir teknolojileri, şüphesiz merkeziyetsizleşme fikrinin taşıyıcısı olarak öne çıkıyor. Ancak bu teknolojiler henüz kitlesel anlamda yeterince yaygınlaşmış değil; sınırlı kullanım alanlarında ve çoğunlukla teknoloji meraklılarının inisiyatifinde gelişmeye devam ediyor. Buna rağmen, taşıdıkları potansiyel kayda değerdir: Merkezi aracıları ortadan kaldırarak bireyler arasında doğrudan güven ilişkisi kurmayı vaat ederler. Bu vaat; finans, yönetişim, mülkiyet ve kimlik gibi temel toplumsal yapılarda köklü dönüşümlerin zeminini hazırlayabilir. Bugün belki sadece küçük denemeler düzeyinde gerçekleşen bu uygulamalar, yakın gelecekte merkezi sistemlerin alternatifi ya da tamamlayıcısı olarak daha geniş kabul görebilir.

Ancak merkeziyetsizleşme yalnızca blokzincir gibi dijital teknolojilere bağlı bir mesele değildir. Daha geniş bir perspektifle bakıldığında, enerji, üretim, bilgi ve eğitim alanlarında da merkezsizleşmeye doğru sessiz ama güçlü bir geçiş yaşanmaktadır.

Örneğin enerji üretiminde, geçmişte yalnızca büyük devlet teşebbüslerinin ya da enerji şirketlerinin elinde olan üretim araçları artık bireylerin kullanımına açık hale gelmektedir. Güneş panelleri, küçük ölçekli rüzgar türbinleri ve hatta biyogaz sistemleriyle artık sıradan bir birey veya topluluk, kendi elektriğini üretebilir hale gelmiştir. Bu sadece bir ekonomik bağımsızlık meselesi değil; aynı zamanda enerji politikaları, çevre ile kurulan ilişki ve topluluk temelli dayanışma açısından da dönüştürücü bir potansiyel taşır.

Üretim alanında ise 3D yazıcılar, açık kaynaklı donanım projeleri, fablab’lar ve maker hareketi gibi yapılar bireyin üretim süreçlerine doğrudan katılabilmesini sağlıyor. Artık bir kişi, internetten eriştiği tasarımı indirip kendi yerel atölyesinde ya da hatta evinin bir köşesinde fiziksel nesneler üretebiliyor. Bu durum, seri üretimin dayattığı standartlara alternatif olarak kişiselleştirilmiş, yerelleştirilmiş ve ihtiyaca göre şekillenen üretim anlayışının yayılmasına katkı sağlıyor. Ayrıca bu araçlar, kriz zamanlarında (örneğin pandemi sürecinde ev yapımı maskeler, ventilatör parçaları vs.) alternatif üretim zincirlerinin nasıl devreye girebildiğini de gösterdi.

Bilgiye erişim ve öğrenme süreçlerinde yaşanan dönüşüm ise en görünür ve yaygın olanıdır. Geleneksel eğitim kurumları artık bilginin tek kaynağı değil. YouTube, Coursera, Khan Academy, Udemy gibi platformlar aracılığıyla milyonlarca insan formel eğitimin dışında, kendi hızında ve kendi ihtiyaçları doğrultusunda öğrenme süreçleri kurabiliyor. Bu sadece bilgiye erişimin demokratikleşmesi değil, aynı zamanda bilgi üretim süreçlerinin de kolektifleşmesi anlamına geliyor. Wikipedia gibi katılımcı platformlar, bilgi üretimini merkezi otoritelerin tekeline bırakmadan, çok sesli bir şekilde örgütlemenin mümkün olduğunu ortaya koyuyor.

Tüm bu alanlarda yaşanan gelişmeler, bireyin sadece tüketici ya da sistemin pasif bir parçası olmaktan çıkıp yeniden üretici, karar alıcı ve özneleşen bir aktör haline gelebileceğini gösteriyor. Merkeziyetsizlik, bu bağlamda bir teknoloji trendi olmanın ötesinde, bireyin kendi hayatını kurma hakkına ve kapasitesine yeniden sahip çıkmasının sembolü haline geliyor. Henüz yolun başında olsak da, yaşanan bu değişim, sadece merkezî yapılarla değil, merkezî düşünme biçimleriyle de yüzleşme gerekliliğini beraberinde getiriyor.

Merkeziyetsizlik, özellikle son yıllarda dijital teknolojilerin yükselişiyle birlikte çokça konuşulan, ancak kimi zaman da oldukça yüzeysel ya da romantize edilmiş biçimde ele alınan bir kavrama dönüşmüş durumda. Hâlbuki merkeziyetsizlik yalnızca sistem karşıtlığı ya da “her şeyi birey yapsın” anlayışından ibaret değildir. Bu tür yaklaşımlar, onun taşıdığı potansiyelin hem yanlış anlaşılmasına hem de ciddiye alınmamasına neden olabilir.

Her şeyden önce, merkeziyetsizlik bir kaos ya da otorite yoksunluğu anlamına gelmez. Tam tersine, merkeziyetsiz yapılar da düzenli çalışabilmek için kurallara, protokollere ve karşılıklı sorumluluklara ihtiyaç duyar. Buradaki temel fark, bu kuralların tepeden inme bir biçimde değil, katılımcı süreçler aracılığıyla, ortak akıl temelinde belirlenmesidir. Dolayısıyla merkeziyetsizlik, rastgelelik değil; daha yatay, şeffaf ve katılımcı bir organizasyon arzusudur.

Ayrıca merkeziyetsizleşme, mevcut sistemlerden tamamen kopmayı savunan romantik bir kaçış fantezisi de değildir. Ne bugünkü toplum yapısının tüm katmanları tek gecede değiştirilebilir, ne de her bireyin tüm ihtiyaçlarını kendi başına karşılayabileceği bir dünya gerçekçidir. Merkeziyetsizleşme, var olan yapıların karşısında değil, onların yanında ve onlarla birlikte işleyecek alternatifler sunmayı hedefler. Mevcut merkezi sistemleri mutlak kötü, merkeziyetsiz yapıları ise mutlak iyi olarak kodlamak, meseleyi bir dogmaya dönüştürür. Oysa burada söz konusu olan, farklı ihtiyaçlara uygun esnek yapılar geliştirebilmek, bireyin kendi yaşamı üzerindeki inisiyatifini yeniden kazanabileceği alanlar açabilmektir.

Aynı zamanda merkeziyetsizlik, bireyin mutlak yalnızlığı ya da her şeyi tek başına yapması gerektiği anlamına da gelmez. Aksine, merkeziyetsiz yapılar daha çok topluluk temelli ilişkileri teşvik eder. İnsanlar bilgi, enerji, üretim ya da karar alma süreçlerinde birlikte hareket eder, birlikte sorumluluk alır. Dolayısıyla bu model, hem bireysel özerklik hem de kolektif dayanışmayı bir arada düşünebileceğimiz nadir zeminlerden birini sunar.

Elbette merkeziyetsizlik tek başına tüm sorunları çözemez. O da kendi içinde riskler taşır: Yetersiz koordinasyon, güvenlik açıkları, bilgi kirliliği, sorumlulukların dağılması gibi problemler, merkeziyetsiz yapıların da zayıf noktaları olabilir. Bu nedenle, merkeziyetsizlik fikrini savunmak, aynı zamanda onu eleştirel bir bakışla sürekli yeniden düşünmeyi de gerektirir. Her sistem gibi merkeziyetsiz yapılar da dikkatle tasarlanmalı, açık ve öğrenen bir yapıda olmalı; idealize değil, evrimsel bir bakışla ele alınmalıdır.

Peki Gelecekte Bizi Neler Bekliyor?

Merkeziyetsizleşme bir fikir olarak büyüyor, bir hareket olarak yayılıyor, ama bir gerçeklik olarak henüz tam anlamıyla yerleşmiş değil. Bugün yaşadığımız dünya hâlâ büyük ölçüde merkezî yapılara, kurumsal sistemlere ve yukarıdan aşağıya işleyen hiyerarşilere dayalı. Ancak bu yapıların kırılganlığı, her geçen gün daha görünür hale geliyor. İklim krizi, ekonomik eşitsizlik, dijital gözetim sistemleri, tekelleşmiş veri ekonomileri ve kitlesel yabancılaşma… Bunlar sadece teknik sorunlar değil; merkezi kontrolün sınırlarına işaret eden toplumsal belirtiler.

Bu nedenle merkeziyetsizlik yalnızca bir alternatif değil, aynı zamanda bir kaçınılmaz geçiş süreci olarak da yorumlanabilir. Ancak bu geçiş, lineer ve huzurlu bir dönüşüm olmayacak. Tarihsel olarak her büyük yapısal değişim gibi, merkeziyetsizleşme süreci de çelişkilerle, çatışmalarla ve dirençle ilerleyecek. Mevcut güç odakları —devletler, büyük teknoloji şirketleri, finansal merkezler— konumlarını korumak için bu sürece çeşitli şekillerde tepki gösterecekler. Kimi zaman bu tepkiler açık engellemeler, kimi zaman ise süreci kendi lehlerine evcilleştirme çabaları şeklinde ortaya çıkacak.

Nitekim bugünden bunun örneklerini görüyoruz. Büyük teknoloji firmaları merkeziyetsizlik dilini benimseyerek, kullanıcılarına daha fazla özgürlük sunduklarını iddia ederken aslında daha sofistike gözetim sistemleri inşa edebiliyorlar. Devletler, dijital kimlik projelerini blokzincir teknolojisiyle bütünleştirirken bir yandan merkezi denetimi daha görünmez ve etkili hale getirmenin yollarını arıyorlar. Kısacası merkeziyetsizlik retoriği, ironik bir biçimde, yeni türden merkezileşmelerin zeminini de oluşturabiliyor.

Bu noktada geçiş süreci büyük ölçüde kolektif bilinç, eğitim ve teknolojik farkındalık düzeyiyle belirlenecek. Merkeziyetsiz teknolojiler, ancak insanlar onları nasıl kullanacaklarını, hangi etik çerçevede ve hangi dayanışma modelleri içinde değerlendireceklerini öğrendiklerinde gerçekten özgürleştirici olabilir. Aksi takdirde, araçlar değişse bile yapılar aynı kalır.

Geleceğe dair birkaç farklı senaryo hayal edilebilir:

1. Hibrit Sistemler Dönemi: En olası görünen senaryolardan biri, merkezi ve merkeziyetsiz yapıların iç içe geçtiği bir hibrit dönemdir. Geleneksel devlet yapıları, vergi sistemleri, sağlık ve altyapı gibi temel hizmetlerde merkezîliği sürdürürken; bilgi üretimi, finansal araçlar ve topluluk temelli yönetişim gibi alanlarda daha esnek, yatay çözümlerin ortaya çıkması mümkündür. Bu modelde birey, bazı alanlarda yurttaş, bazılarında ise ağ katılımcısı (node) gibi davranır.

2. Direnç ve Baskı Dönemi: Merkezi yapılar, alternatif sistemleri tehdit olarak görüp onları bastırmaya çalışabilir. Özellikle finansal alanlarda (kripto paralar, merkeziyetsiz borsalar) veya bilgi kontrolü konusunda (sansürsüz sosyal ağlar) ciddi baskılar görülebilir. Bu da daha yeraltı türü, dağıtık ve anonim yapılara yol açabilir.

3. Dağınık Topluluklar ve Yeni Özerk Bölgeler: Off-grid yaşam alanları, dijital kooperatifler, yerel para birimleri ve mikro-üretim modelleri yaygınlaştıkça, dünya üzerinde klasik ulus-devlet yapısının dışında kalan “alternatif adacıklar” oluşabilir. Bu topluluklar, kendi enerji, bilgi ve üretim altyapılarını kurarak görece bağımsız yaşam alanları inşa edebilir.

4. Meta-merkezileşme: Ters yönde, büyük teknoloji şirketlerinin aşırı entegre olmuş dijital ekosistemler kurarak bireylerin tüm yaşamını yönettiği bir distopya da mümkündür. Yani merkeziyetsizlik talebinin bastırıldığı, bireylerin görünüşte özgür ama gerçekte algoritmik kontrol altında olduğu bir “yumuşak otoriterlik” çağı…

Ama her senaryoda belirleyici unsur, bireylerin bilinç düzeyi, toplulukların örgütlenme kapasitesi ve etik duyarlılığı olacaktır. Gelecek, yalnızca teknolojik değil; aynı zamanda kültürel, ahlaki ve hayal gücü gerektiren bir meydan okumadır. Merkeziyetsizlik bu meydan okumanın bir bileşenidir ama cevabı değil. Cevap, onu nasıl kurguladığımızda, neyin yerine neyi koyduğumuzda ve ne için bir araya geldiğimizde gizlidir.

Sonuç: Yeni Bir Toplumsallığın Eşiğinde

Merkeziyetsizleşme yalnızca teknik bir dönüşüm ya da sistem eleştirisi değildir. Bu aynı zamanda insanın kendini, ilişkilerini ve toplumu yeniden kurma iradesidir. Çünkü içinde yaşadığımız merkezî sistemler, sadece üretimi ve bilgiyi değil; aynı zamanda zihniyetimizi, davranış biçimlerimizi, güven duygumuzu ve ilişki kurma şeklimizi de biçimlendirdi. Şimdi ise bu yapının çözülmeye başlaması, yalnızca kurumsal değil, psikolojik ve kültürel bir yeniden yapılanmayı da zorunlu kılıyor.

Bu geçiş sürecine katkı sağlamak, devrimsel bir eylemden çok gündelik farkındalıklarla ve topluluk içinde bilinçli tercihlerle mümkündür. Herkesin büyük teknolojiler geliştirmesi ya da sistem teorileri yazması gerekmez; ama herkes kendi yaşamında merkeziyetsizleşmeyi deneyimleyebilir ve yaygınlaştırabilir. Bu ne anlama gelir?

  • Bilgiyi sadece almak yerine paylaşarak çoğaltmak,
  • Tüketmekten çok üretmeye yönelmek,
  • Hiyerarşiden çok eşdüzeyli ilişkiler kurmak,
  • Sadece bireysel çıkarla değil, ortak fayda duygusuyla hareket etmek,
  • Gözetlenmeye karşı şeffaflık, itaat etmeye karşı katılım, bağımlılığa karşı özerklik üretmek…

Bu tür küçük ama yönlendirici adımlar, yeni bir toplumsal duyarlılık alanının inşasına katkı sağlar. Zira merkeziyetsizlik yalnızca altyapısal değil; duygusal, etik ve sosyal altyapıların da dönüşümünü gerektirir.

Merkezi sistemlerin çözülmeye başlaması, aynı zamanda güven krizi, aidiyet eksikliği ve kimlik dağılması gibi psikolojik sorunları da beraberinde getiriyor. Yani yeni bir şey inşa etmek için sadece eskiyi yıkmak yetmez; aynı zamanda insan ruhunun ve topluluk bağlarının yeniden örülmesi gerekir. Bu da ancak empati, paylaşım, sorumluluk ve ortak akıl gibi insani değerlerin yeniden merkezine alındığı bir kültürel iklimle mümkündür.

Topluluklar bu noktada belirleyici aktörlerdir. Merkeziyetsizleşme bireysel özgürlük arayışıyla başlar, ama kolektif dayanışma olmadan sürdürülemez. Mahalle kooperatifleri, dijital üretim ağları, açık kaynaklı öğrenme toplulukları, yerel dayanışma ağları gibi yapılar bu geçişin taşıyıcıları olabilir. Bu yapılar, insanların birbirine güvenebileceği, sorumluluğu paylaşabileceği, birlikte düşünebileceği ve birlikte üretebileceği yeni “mikro-ekosistemler”dir.

Bu nedenle merkeziyetsizlik, ulaşılması gereken mutlak bir hedeften ziyade, sürekli yeniden kurulan, gelişen ve derinleşen bir yolculuk olarak düşünülmelidir. Bireyin kendi yaşamı üzerinde söz sahibi olmaya başlamasıyla filizlenen bu süreç, toplulukların dayanışma içinde örgütlenmesiyle anlam kazanır ve teknolojiyle beslenerek yeni olanaklar yaratır. Her adımı, daha adil, daha açık, daha esnek ve daha insani bir toplumsal düzenin mümkün olduğuna dair inancı güçlendirir.

Bu yeni toplumsallığın doğuşu, büyük sistemsel devrimlerle değil, çoğu zaman sessiz, görünmez ama bilinçli tercihlerin birikimiyle şekillenecek. Yani gelecek, uzakta bir yerde değil; bugün, birlikte karar alırken, bir bilgiyi paylaşırken ya da yerel bir topluluğun parçası olurken inşa ediliyor.

Ve belki de asıl dönüşüm, tam da bu farkındalıkla başlıyor.

Share this post
abdullah

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Looking for the latest issue?
Subscribe.

I’m sharing exactly what’s going on with the basement design project
right now and what’s happening next.

Related Posts

Türkiye’de Okumanın Önemi Nedir?
2- O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. 3-5. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren rabbin sonsuz kerem sahibidir. Okumaktan kasıt yan
Su Çubukla Bulunur Mu?
TARİHÇESİ VE KÜLTÜREL KÖKLERİ Çubukla su arama (dowsing), insanlık tarihinin çok eski dönemlerine dayanan ve birçok farklı kültürde karşımıza çıkan bir uygulamadır. Bu yöntemin
HERKES FUTBOL SEVER 
Spor, çoğu zaman toplumun en saf, en eşitlikçi yüzlerinden biri gibi sunulur. “Yetenek varsa yolunu bulur” sözüyle büyütülen nesiller, başarıyı bireyin çabasına ve azmine
Previous
Next
Join our newsletter and get the latest news and articles sent straight to your inbox weekly.
Subscribe